Bilim kurgu, insanlığın ufkunu açan, yeni fikirlere öncü olan önemli bir edebiyat ve sanat dalıdır. Şunu diyebiliriz ki, eğer bilim kurgu yazarlarının hayalleri ve öngörüleri olmasaydı bugün kullandığımız birçok teknolojiye ulaşabilmemiz mümkün olmazdı. Bu yönüyle bilim kurgu için bilimin itici gücü de diyebiliriz.

Bununla beraber, özellikle bilim kurgu filmlerinde “bazıları kasti” birçok hata yapılabiliyor. Bu hataların bazılarını derlemeye çalıştık:

Star Wars’taki çift güneşli Tatooine gezegenini bilim kurgu severler gayet yakından tanıyor.

Çift güneşe sahip gezegenler olabileceği biliniyor. Hatta bunlardan bazıları bilim insanları tarafından keşfedilmiş durumda. Yalnız, Star Wars’taki bu çift yıldızlı gezegen bilimsel bir hatayı da içeriyor.

Serinin tüm bölümlerinde, farklı tarihlerde bu her iki yıldızın da birlikte battığı gösteriliyor. Bu da demek ki, gezegen her iki yıldızın birden çevresinde dönüyor. Biri Güneş gibi parlak, diğeri ise kırmızı olan yıldızlar ise aynı boyutta görülüyorlar. Fakat gezegen her iki yıldızın da birden çevresinde döndüğüne göre, burası hatalı.
383832_124051177741370_1346995997_n
Tatooine gezegenindeki olası gün batımı manzarası bu şekilde olsa, daha doğru olabilirdi.

 

Parlak olan yıldızı Güneş gibi G veya biraz daha küçük olan K tipi yıldız olarak kabul edip, kırmızı yıldızı da M tipi kırmızı cüce kabul ettiğimizde, kırmızı yıldızın çok daha küçük görünmesi lazım. Çünkü M tipi kırmızı cüceler, G ve K tipi yıldızlardan boyut olarak çok daha küçüktürler.

Yine, parlak yıldızı güneş tipi bir yıldız, kırmızı yıldızı da bir “kırmızı dev” kabul ettiğimizde daha başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Bu sefer kırmızı yıldızın çok daha büyük görünmesi gerekiyor, çünkü kırmızı dev yıldızlar, güneş tipli yıldızlardan kat kat büyük oluyorlar. Ayrıca “o boyutta” görülebilen bir kırmızı dev yıldızın, beyaz yıldızı parlaklıkta kat kat geride bırakıyor olması lazım.

Beyaz yıldızın bir “beyaz cüce”, kırmızı yıldızın ise bir kırmızı cüce veya kırmızı dev olma ihtimali de yok. Her iki durumda da aynı boyutta görünemezler.

Yani çift yıldızlı bir gezegende, biri beyaz, diğeri kırmızı ışık yayan iki yıldız söz konusu ise, bunların büyüklüklerinin aynı olması mümkün değildir.

Yine Star Wars serisinin ünlü uzay aracı Millenium Falcon’un ışık hızının 2.5 katına kadar çıkabildiği dile getirilir filmde. Bu hız, galaksi ölçeğinde yolculuk için “kağnı” kategorisinde değerlendirilmesine rağmen, geminin galakside bir o yana bir bu yana, yüzlerce ışık yıllık mesafeleri çekirdek gibi çitleyerek yol aldığı herkesin malumu. Oysa bu hızda bir uzay aracı Dünya’dan yola çıksa, en yakın yıldız olan Alpha Centauri’ye bile ancak 2 yılda varabilir.

556433_135920483221106_1675870025_n
Millenium Falcon’un hızı, galaksi içerisinde yıldızlararası yolculukları birkaç gün içinde gerçekleştirebilecek düzeyde değildir.

 

Millenium Falcon yolcuları, örneğin Tatooine gezegeninden, binlerce ışık yılı uzaktaki Endor’a şıppadanak gidiyorlar. Bir allah kulu da demiyor ki, “hacı, normalde yüzlerce yıl sürecek bu yolculuğu bunlar birkaç haftada nasıl yapıyor?” diye.

Oldukça güzel bir film olmasına karşın; sönmekte olan Güneş’i atom bombası marifetiyle yeniden canlandırmaya çalışan insanlığı konu alan Sunshine filmi, sırf bu konusu yüzünden bile zaten baştan çuvallıyor. Anlatalım:

Diyelim ki, 100 km çapında bir gemi yaptınız, buna da 500 bin tonluk bir nükleer bomba koydunuz. Amacınız, Güneş’in çekirdek bolgesine yakın bir yerde bunu patlatarak nükleer tepkimeyi yeniden baslatmak. Peki…

Öncelikle Güneş’in yarı çapı yaklasik 700.000 km. Bunun yarıya yakınını görece seyrek gazlardan olusan Güneş’in dış zarfı olusturuyor. Güneş zarfının yüzey sıcaklık degeri 5200 santigrat derecenin üzerinde. İç kısımlara doğru ise sıcaklık artıyor. Yani zarftan 50.000 km kadar içeri girerseniz, yüzeydeki 5200 derecelik ısıdan çok daha fazlasına maruz kalacaksınız. Elbette zarfın daha yoğun olan iç katmalarına geçtikce ısı artacak.

Güneş’e atılan bir nükleer bombanın eğer bir etki ihtimali (!) olacaksa, bunun Güneş çekirdeginde veya çok yakınında patlaması gerekir. Güneş çekirdegi ise, yüzeyden yaklaşık 500.000 km içeride, merkezde yer alan ve Güneş kütlesinin %40’ını barındıran bölgedir. Yoğunluk nedeni ile bu bölgenin içine girmek mümkün olamayacağı için, yapılabilecek yegane akıllıca hareket, bombayı çekirdeği saran ve yaklaşık 150.000 km kalınlığındaki “taşınım” bölgesinin sonunda patlatmak olmalıdır. Taşınım bölgesinin kalınlığı düşünüldüğünde (Ay ile Dünya arasındaki mesafenin yarısı kadar), bu bolgeyi bombanın zarar görmeden geçebilmesinin gerektigi farkedilir. Fakat, yaklaşık 20 milyon santigrat derece sıcaklığındaki bu bölgeyi buharlaşmadan aşmak mümkün degil. Hiçbir madde bu sıcaklıkta katı veya sıvı halde kalamaz, gaza dönüşür.

SUNSHINE_by_Phoenix_06
Güneş’e atom bombası atmak parlak, dahiyane bir fikir olmayabilir.

 

Hadi taşınım bölgesine kadar olan yoldaki muazzam sıcaklığı aşarak bir şekilde bombamız buraya kadar gelmis olsun. Ama bu bölgenin yoğunlugu düşünüldüğünde (ki sudan birkac kat daha yoğun kıvamlı bir bölgedir burası), böyle yoğun ve 20 milyon derecelik bir ortamı bombamızın buharlaşmadan atlatmasının mümkün olmayacağını yine görürüz.

Hadi atlattık burayı da diyelim. Çekirdeğe yakın bir bölgede patlattık bombamızı. Bomba taşınım bölgesi içerisindeki hidrojen ve helyumu tetikleyerek bir nükleer kaynaşım başlattı. Başlattı başlatmasına da, burada küçük bir sorun var. Nükleer birleşme reaksiyonları ısının yanı sıra yüksek basınç da gerektirir. Oysa biz bombayı patlatmakla, bu bölgedeki basıncı da düşürdük. Bombanın patladığı ilk saniyenin yarısında patlama bölgesindeki sıcaklık 20 milyon dereceden 40 milyon dereceye kadar yükseldi ve çevredeki hidrojen ve helyum reaksiyona girdi. Fakat ilk saniye dolarken, parlayan bu gazlar birbirinden patlama basıncı nedeniyle uzaklaştılar ve reaksiyon ilk yarım saniye ile sınırlı kaldı.

Patlamanın etkisi geçince (birkaç saniye sonra mesela) bu genleşen bölge tekrar kendi uzerine çöktü diyelim. Bu çökme esnasında hala reaksiyonu sürdüren atomlar tek bir bölgede toplandılar ve reaksiyona devam ettiler. Yani bombamız başarılı oldu farzedelim: Bu durumda bizim yapmış olduğumuz şey, çekirdek cevresindeki bölgeyi alevlendirmek oldu. Bu da çekirdekteki basıncı düşürerek, zaten yavaşlamış olan çekirdek tepkimelerini durma noktasına getirdi.

Tabi artık bu önemli değil. Yukarıda olmaz dedik ama, bir şekilde biz çekirdeğin cevresindeki helyum katmanını ateşlemeyi başardık. Güneş yeniden parlamaya başladı. O zaman daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü helyum, hidrojenden çok daha fazla enerji vererek yanar. Bu da hem taşınım bölgesini, hem de üzerindeki 400.000 km çapındaki Güneş katmanını genleşmeye zorlar. Güneş’in çapının 1.4 milyon km olduğunu düşünürsek, Güneş 100 misli genislerse yüzeyinin Dünya’yı içine alacak kadar büyümesi sorunuyla karşılaşırız ki, bu da Dünya’nın ve üzerindeki insanların sonu olur.

Özetle bomba patlatarak Güneş’i yeniden alevlendiremezsiniz. Alevlendirseniz bile onu bir kırmızı dev yıldıza dönüştürürsünüz. Her iki durumda da çuvallamış olursunuz.

Son olarak şu da var;

Hemen bütün bilimkurgu filmlerinde, kahramanlarımız birini (veya bir şeyi) aramak için bir gezegene giderler. O gezegende her zaman tek bir şehir ve o tek bir şehrin tek bir barı bulunur. Gezegen değil mübarek, Teksas’ta bir kasaba sanki… Neyse, bu bara giden herkes, aradığı her neyse hemencecik orada buluverir.

Oysa bırakın başka gezegenleri, Dünya’da mesela Kayseri’ye gidip Kayseri şehir merkezinde yaşayan birini bile öyle bara pavyona giderek bulamazsınız. Bu arada Kayseri’de kaç tane bar pavyon var, hangisine girip bakacaksınız hiç o konuya girmeyelim…

Not: Elimizden geldiğince zamanla bu yazıyı geliştirip uzatmaya devam edeceğiz…

Zafer Emecan