Üzerinde yaşadığımız Dünya da dahil olmak üzere, tüm evrenin “ince ayar” içerdiğini iddia eden antropik ilke, bizlerin yaşadığımız evreni sadece Samanyolu Galaksisi ve daha öncesinde “Güneş Sistemi’nden ibaret sandığımız”, temelsiz, yetersiz bilgilere sahip olduğumuz dönemlerden kalan bilgilerle şekillenmiş bir düşüncedir.

Bu ilke dahilinde her şeyin “insan için” var olduğu, insanın her varlığın kalbinde ve merkezinde yer aldığı, var olmuş ve var olacak her şeyin insana hizmet için olduğu iddia edilir. Aynı dönemde “insanın yaşadığı gezegen” olarak Dünya’nın her şeyin merkezinde olduğu sanılmış, mide bulandırıcı düzeyde bir kibir ve ego ile insan her şeyin “biricik merkezi” olarak görülmüştü. Bunun etkilerini bugün halen hissediyoruz. Kibir ve içi boş, altı temelsiz bir ego bataklığına bulanmuş bu ilkenin etkileri kimi zaman yer yer azalsa da, kimi zaman eskisinden bile şiddetli olarak görülebiliyor.

Bugün biliyoruz ki, bir bütün olarak “evren”, Samanyolu Galaksisi’nin 100.000 ışık yılı genişliğinden çok ama çok daha büyük, olağanüstü genişlikte bir yer. Görebildiğimiz evrenin “çapı” 100 milyar ışık yılından büyük ve içeriği 300 milyar büyük galaksi, 7-8 trilyon kadar da cüce galaksiden oluşuyor. Güneş gibi yıldız sayısı katrilyonlarla bile ifade edilemeyecek kadar fazla.

Antropik İlke - Kum
Dünya üzerindeki kum tanelerin sayısı bile, evrendeki yıldız sayısını belirtmekte yetersiz kalır.

 

Hele ki Dünya benzeri gezegenlerin miktarı tüm Dünya’daki kum tanelerinin sayısının birkaç misli sayıda. Üstelik bugün, -umuyoruz ki herkes tarafından- Dünya’nın Samanyolu Galaksisi‘nin ve Evren’in merkezinde yer almadığını tartışılmaz bir netlikte biliniyor.

Ve yine umuyoruz ki günümüzde aklı selim sahibi herkes tarafından, insanın da gezegenimizin merkezinde olmadığı, hiçbir şeyin insana hizmet için var olmadığı, tam tersine insan dediğimiz Homo sapiens türünün son derece sıradan bir hayvan türü olarak ekolojik sistemin bir parçası olduğunu ve onun üzerinde olmadığını (her ne kadar inatla öyle davransa da) biliniyor.

Dolayısıyla günümüzde Antropik İlke, bilimsel gerçeklerden habersiz, ayakları yere basmayan ve gerçeklere gözlerini yummuş insanların savunmayı sürdürdüğü zayıf ve çok da ciddiye alınmaması gereken bir düşünce. Burada, bu ilkenin kozmolojiyle ilgili tutumlarından birini kısaca ele almak istiyoruz.

Antropik İlke
Antropik ilke savunucularına göre, gezegenimiz Samanyolu Galaksisi’nin yaşama en elverişli bölgesinde bulunur.

 

Antropik İlke savunucularına göre “Dünya, Samanyolu Galaksisi’nin en uygun yerindeki, en uygun yıldıza, en uygun uzaklıktaki, en uygun boyutta olan gezegendir. Her şeyin “en uygun” olduğu yerde bulunan Dünya haricinde, Evren’de başka bir yerde yaşamın gelişmesi mümkün olamaz. Çünkü üst üste bu kadar mükemmel olasılıkların gerçekleşmesi mümkün değildir”. Bir kere olmuştur, o da Dünya’dır.

Sayısız kozmolojik bulgu, belki şimdilik doğrudan Dünya dışı yaşamı doğrulayamamış olsa da, başka yaşamların var olabilmesinin pek tabii mümkün olduğunu binbir farklı şekilde göstermiştir. Bu sahada çalışmalar halen sürmektedir. Ancak bu ilke çerçevesinde, çok bilinen bir örnek verelim:

Eskiden kalma ve artık pek doğru sayılamayacak bir bilgi, Jüpiter ve Satürn gibi gaz devlerinin bulundukları konum ve büyüklükleri itibarıyle Dünya’yı göktaşları ve kuyruklu yıldızlardan koruduğu yönündedir.

asteroid4545878
Jüpiter olmasaydı, Dünya’nın yaşama imkan vermeyecek, meteor bombardımanı altında bir gezegen haline dönüşeceği iddia edilir.

 

Bugün birçok astronom da halen bunun bu şekilde olduğunu iddia etmekte ve bu görüşü savunmaktadır. Tabi burada ilk sorulması gereken şudur: “Bu sözde ‘koruma‘ görevinin bilinçli bir şekilde yapıldığı mı iddia edilmektedir?”

Bu sorunun cevabı üzerinde durmaya bile gerek görmüyoruz, elbette cevap hayırdır. Bu durumda, aklı kurcalayan ikinci soru şu olacaktır: “Dünya’nın ‘korunmaya’ ihtiyacı mı var?” Bu kadar hassas dengelerden bahsedeceksek, neden bu hassas dengeler içerisine ‘korunma ihtiyacı‘ dahil edilmiş ve gereksiz bir gerilime neden olunmaktadır? Bu sorular da, ilk ve temel sorumuzun cevabının “hayır” olmasından ötürü, otomatik olarak elenmektedir. Zira gezegenler, galaksiler ve evren bir bilinç çerçevesinde var olmamaktadır, bu durumda parametrelerin “hassas” bir şekilde ayarlanmasından söz edilemez.

Ancak son bir soru, zaten ne demek istediğimizi net bir şekilde izah edecektir: “E bu gezegenler madem bizi koruyor, o halde Dünya’ya düşen göktaşları nereden geliyor ve neden sayısız defalar canlılığın neredeyse tamamen yeryüzünden silinmesi mümkün oldu?”

Neyse, bu eksik bilginin daha doğru ifadesi bize göre şöyle olmalıdır: Evet, kimi zaman Jüpiter ve Satürn, normalde Dünya’nın yörüngesiyle çakışabilecek ve çarpmaya neden olabilecek bazı göktaşlarını (belki de gerçekten çok sayıda göktaşını) yörüngelerinden saptırarak engelleyebilirler.

kuiperbelt
Güneş Sistemi’nin dış kısımları, Kuiper Kuşağı denilen ve yüzbinlerce küçük gezegen ile asteroid’in oluşturduğu bir kuşakla kaplıdır (Telif: Don Dixon).

 

Ancak aynı çekim kuvveti sebebiyle, normalde Dünya’ya çarpmayacak göktaşlarını da, Dünya’ya yönlendirebilirler. Zira Jüpiter ve Satürn, meteorları ve kuyruklu yıldızları yörüngelerinden bilinçli bir tercihle saptırmamakta, “Evet, sen şuraya git.” veya “Hmm dur, sen bu tarafa git.” gibi bir tercihte bulunamamaktadırlar.

Yani, gezegenimize düşen göktaşlarının bir kısmı, Jüpiter’in (ve Satürn, Neptün ve Uranüs’ün) kütleçekimi nedeniyle kararlı yörüngeleri bozulmuş ve bize yönelmiş gök cisimlerinden oluşur. Sadece engellenenlere dikkat çekip, bu dev gezegenler sebebiyle bize yönlendirilmiş olan gök cisimlerini görmezden gelmek hata olacaktır.

Özetle, belki Jüpiter Dünya’ya yönelme ihtimali olan bir kuyruklu yıldızı saptırıp bizi kurtarır ama, aynı zamanda Dünya ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan başka bir kuyruklu yıldızı doğrudan üzerimize yollar. Kaldı ki, çoğu zaman bu tür gezegenlerin “koruma” görevi yapmaları istatistiki olarak da mantıklıdır.

Zira Dünya’nın bir çarpışma noktasında bulunuyor olma ihtimali, bulunmuyor olma ihtimalinden çok çok düşüktür (çünkü uzay son derece geniş bir yerdir ve Dünya son derece küçüktür). Dolayısıyla büyük ihtimalle, herhangi bir saptırma işleminin Dünya’yı “koruması”, ister istemez “hedef haline getirmesi” olasılığından çok çok daha yüksek olacaktır. Dolayısıyla bu süreci bir “koruma” olarak değerlendirmek saçmalık ve hata olacaktır.

jupiter_impacts_ss
Jüpiter’in üzerine düşen bir kuyrukluyıldız, astronomlarca canlı olarak gözlemlenebilmiştir (Telif: NASA Hubble).

 

Tabii ki Jüpiter’in ve diğer büyük kütleli gezegenlerin zaman zaman Dünya’yı olası bir çarpışmadan kurtardıklarını inkar etmemekteyiz. Ancak kelimelere, olaylara ve olgulara yüklenen anlamlar, hatalı sonuçlara varmamıza neden olabilecektir. Dolayısıyla “gizli koruyucu”, “sessiz koruyucu” veya basitçe, “koruyucu” gibi kelimeler, bu gezegenlerin kasti bir müdahalede bulunuyormuş zannedilmesine neden olabilmektedir.

Örneğin, bu “koruyuculuğu” test etmek adına International Journal of Astrobiology isimli dergide J. Horner ve B.W. Jones bir seri makale yayınlamış ve simülasyonla bu iddiaları test etmiştir. Yapılan analizlerde, birçok önceki inancın yanlışlandığı görülmüştür. Örneğin, önceki astronomların iddia ettiği “herhangi bir Jüpiter-benzeri gezegenin varlığı, Dünya’nın korunabilmesi açısından Jüpiter’in hiç olmamasından iyidir” düşüncesinin tamamen hatalı olduğu görülmüştür. Benzer şekilde, yine uzun yıllardır sanılanın aksine, Jüpiter eğer daha ufak olacak olsaydı, daha az sayıda göktaşının bize çarpacağı hesaplanmıştır.

Dolayısıyla günümüzde var olan Jüpiter, olabilecek optimum kütleden daha büyüktür ve bu, daha fazla çarpışma anlamına gelir. Aynı simülasyon ana kuşak asteroidler ve kısa dönem kuyrukluyıldızlar için tekrar edildiğinde, aynı sonuçlar elde edilmiştir: Jüpiter, bizi koruduğu kadar, bizi tehlikeye de atmaktadır. Jüpiter’in Dünya’yı “koruduğu” en temel cisimler ise Oort bulutsusundan gelen cisimlerdir. Ancak yine Jüpiter’in boyutları, “en iyi koruma” için hassas olarak ayarlanmamıştır; tam tersine, olabilecek en iyi kütleden oldukça uzaktır (ve büyüktür).

Uzun lafın kısası, bu tür konularda tek açıdan düşünerek, işimize gelen bilgi parçalarını alıp, geliştirdiğimiz hipotezleri desteklemek için kullanmak büyük bir hata olacaktır. Antropik İlke’nin de temel olarak hatası, neredeyse hiçbir bilimsel bilgiye dayanmadan, çok büyük çıkarımlarda bulunmak ve bunları test etme ihtiyacı duymamaktır. Ancak en ufak bir sorgulama silsilesi bile, bu ilkenin temellerin kolayca çürütmektedir. Hiçbir şey insan için var değildir ve insan, hiçbir şeyin merkezinde değildir. Ha, belki ego ve kibrin merkezinde olabiliriz, illa bir şeylerin merkezinde olacaksak…

Hazırlayan: Zafer Emecan
Geliştiren: Çağrı Mert Bakırcı (Evrim Ağacı)

Not: İlk olarak 2013 yılında yayınlanan bu yazımız, güncellenerek yeniden yayınlanmıştır.